İçindekiler
Toggle23 Ağustos’ta Diyarbakır’da doğdum. Doğduğum günden bugüne dek ara ara başka şehirlerde bulunmuş olsam da şehrimle birbirimizin yakasından düşmedik, düşmeye de niyetimiz pek yok. İlk ve orta öğretimi de yine Diyarbakır’da tamamladım. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Radyo ve Televizyon Programcılığı bölümünden mezun oldum. Resmi devlet kayıtlarında ismim Yusuf Korkutan olarak geçiyor.
Diğer Edebiyat Yazılarımız: Oku
Annem hala çeyizlik fincan takımını nasıl saklıyorsa, babam hala niçin yalan olduğunu bildiği halde haber bütenlerini ısrarla izliyorsa ben de bu yüzden yazıyorum sanırım. Çünkü bir defa yazınca, durduramıyor insan kendini. İçinizde biriken çok şeyin olduğunu ya da hiçbir şeyin olmadığını görünce illa dökmeniz gerekiyor. Benim için hala kendimi tanımak, kendimde saklı olanla dövüşmek oldu yazmak.
Bu kitapların haricinde lise yıllarında çıkarmış olduğum bir korsan şiir albümüm de var. Tabi o zamanlar yayıncılar epey fahiş fiyatlar istediği için -günümüzde de değişmedi bu olay– ben de kendi şiir albümümü korsan bir şekilde basmıştım.
Sonra ilk kitabım “Açık Kalp Edebiyatı” çıktı. Herdem Yayınları, kitabı basmayı istediğinde 2010 – 2015 yılları arasında yazmış olduğum kısa kısa denemeler ve hikayeleri ve anıları bir araya getirip basıma vermiştim. Epey amatör ama geriye dönüp baktığımda bana lise yıllarımı hatırlatacak yazılar oldu bunlar. E tabii bir klişeyi de yapayım; ilk göz ağrım onlar. ?
“Ten Düğmeleri”, ikinci kitabım. Aslında ilk kitabımın şiir kitabı olmasını istiyordum lakin sürekli bir tembellik sergileyip yayınlanmasını erteledim. Sonrasında Kaos Çocuk Parkı Yayınları tarafından basıldı. On beş şiirden oluşan kitabın içerisinde çoğunluğu yine lise yıllarında yazmış olduğum şiirler yer alıyor.
Son olarak “Muhtelif Delikanlı” adlı romanım yayınlandı. Muhtelif Delikanlı, daha ilk kitabım yayınlandığı zaman kafamda oluşturduğum bir roman. Yayınlanma süreci, epey sancılı geçti. Sanırım dört farklı yayınevi gezdi. En sonunda yine Herdem Yayınları tarafından okuyucu ile buluştu.
Bu durum, birçok şair için değişken olabiliyor. Benim için lirizm, şiirin ayrılmaz bir bütünüdür. Şiirlerimde de bu gözlemleniyor. Kendimden et sökmek ile aynı değeri taşıyor çoğu zaman, bir şiiri bitirmek. Evet, çoğu zaman nereden deri alacağımı düşünedursam da sonucunda kanayan, insanın bizzat kendisi oluyor.
Şiirin okuru zorlayan bir işkence haline gelmesini her daim yadırgamışımdır. Elbette ki yazılan şiirin, herkesten kan toplamak gibi bir sonucu ortaya çıkaracağı söylenemez. Lakin söylenmek istenilenin çıkmazlara sürüklenmesini kendimde bulamıyorum. Bu sebepten ötürü daha açık ve yalın bir şiir ortaya çıkarıyorum. Bunun için uğraşmıyorum tabi ki, şiir yatağına nasıl uzanacağını zaten zamanla kavrıyor.
Şiirin en büyük sorunu, her zaman olduğu gibi şairdir. Garibim şiir, kendi halinde bir kağıdın üzerinde duruyor. Kimseye zararı yok. Kendi halinde yani. Bu kötü bir şey aslında. Çünkü eskiden şiirler dövüşürdü. Söz, onlarındı. Söz, şiirin olunca son sözü de yine elbet bir şiir söylerdi. Şimdi öyle mi? Şiiri olmayanın bile sözü var. Hatta son sözü bile değil bu. Şair, çok konuşuyor. -buna ben de dahil- ciddi anlamda o kadar çok konuşuyoruz ki sanırım bu çağda şiir de bıktı bizden. Şöyle düşünüyorum: En yakınların bile, çok konuştuğunda sana tahammül edemiyor. Bu konuşma, ister nitelikli ister niteliksiz olsun fark etmez. Kafa şişiriyorsun. Şiir, sana neden tahammül etsin şair efendi? Eskilere bakalım, bir masada şairler oturunca bir şiir konuşulurdu. Çünkü şiir, kendinden söz ettirirdi. Şimdi herkes, şairi konuşuyor. Hatta şairin şiirinden de değil, sadece şairi. Şahsileştirdik şiiri. Hoş, artık öyle masalar da pek yok.
Bir ikinci sorun da devrecilik. Çok az kişi, kendi şiiriyle var oluyor. Kendi şiirini ortaya koyanların da maalesef bir öncekilerin ceplerine isimlerini koymak için yapmadıkları iş kalmıyor. Bizden önce var olanların çoğunun, bizim dönemimizle alakası olmuyor. Çünkü artık herkes kendi kapısının önünü süpürüyor. Yaşça bizden büyük olanların bizim dönemimiz ile kontakta olmamasının yanı sıra, kontak kuranlara karşı akranlarımın tutumları da acayip. Bu da eleştirinin eksikliğinden geliyor. Kimse, toz kondurmuyor şiirine. Çünkü eleştiri de layığıyla yapılmıyor. Nur topu gibi bir linç kültürümüz var, biliyorsun.
Ayrıca kimse, yan komşusunun evinde ne piştiğini bile bilmiyor. Şair ilişkileri de günümüz komşuluk ilişkilerine benzedi. Kimsenin kimseyi merak ve takdir etmediği zamanlardayız.
Son olarak da şunu söyleyebilirim. Şairin şiirinden çok konuştuğu, bizden öncekilerin kendinden sonrakileri yok saydığı, bizim de kendimizden öncekileri kaile almamamız, eleştiri kıtlığı, dostun dosta dikenli diye gül bile atmadığı, kendi şahsi sorunları yüzünden karşısındakinin edebi niteliğini aşağılayan ağızların olduğu, kendi akranını takip etmeye tenezzül etmeyen bir neslin bulunduğu şiirde sorun bitmez ama çözüm de üremez.
Halkından habersiz bir şairin oynattığı kalem, boşluğa sallanan bir yumruktan farksızdır. Rüzgarı dövdü sanar, tozu hakladım der. Fakat burada dövüşür görünmek için dövüşmek değil, mesele. Şairin kavgası, elbette ki önce kendiyle başlar. Hatta uzun süre kendiyle devam eder. Kendini ve içerisinde bulunduğu toplumu ifade etmek için sokakları bilmelidir. Sevdiğine gül koparınca kanayan elini yazıyorsun da gülün sancısını bırakıyorsun. Bırakma.
Tekrara düşmemeye dikkat ediyorum. En azından kaçınıyorum bundan. Ben bir şiiri bitirince başkasının ona başlaması güzel oluyor. Yormamaya, işkence etmemeye ve kendimde olmayanı ortaya koyma çabasına girmemeye çalışıyorum. Onun dışında bakkal da anlıyor şiiri çakkal da ?
Yalnızca yaşadığımız yere değil, soluklandığımız an bulunduğumuz yere bile benziyoruz. Yazdıklarımızı elbette ki etkiliyor bu unsur. Bir süre taşra-metropol soruşturmaları vardı. Çünkü çoğunlukla şairin kendinden bıraktığı parça, yine yaşadığı yerden söküp aldığı bütünün hıncıdır. Kimsenin kimsede kalmadığı gibi, toprağın da kimsede borcu kalmıyor.
“Açık Kalp Edebiyatı” ve “Muhtelif Delikanlı” adlı kitaplarımı Herdem Yayınları yayımladı. “Ten Düğmeleri” kitabını da Kaos Çocuk Parkı Yayınları, okuyucuyla buluşturdu. Yayınevi seçiminde en temel unsur, metinlere sansür uygulamıyor olmaları. Ayrıca aramızdaki ilişkiyi de seviyeli ve samimi bir şekilde sürdürünce bir sorun olmuyor. Elbette ki ben de herkes gibi yayınevinin dağıtım ağının kuvvetli olmasına, fuarlara katılımına önem veriyordum. Lakin şimdi bakınca yaşanan krizlerden ve sıkıntılardan ötürü bunu çok dert etmemeye başladım. Metne ve yazarına saygı duyan kurumlar, her zaman kıymetlidir.
Bugüne kadar edebiyat dergilerinin en temel görevi, şairin/yazarın kitap yayımlamadan önce kendini ölçüp biçtiği ve eleştiri açlığını gidermekti. Yeni isimler, yeni soluklar kazandırmayı ve bir nitelik derdini hedefleyen dergiler azaldı. Dergilerde kendine yer bulamayan arkadaşların, dergi çıkarması sonucunda takip etme şansı da haliyle azalıyor.
Bir de şöyle bir durum var ki kendini kanıtlayan dergilerin de kendi aralarında top koşturan kişilerden oluşması, başka dergilerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu durumda taşrada yayım hayatına devam eden dergiler, çoğu zaman birçok metropol dergisinden daha nitelikli metinler yayınlayıp, yeni şairler kazandırıyor. Bence artık kusursuz diyebileceğimiz bir derginin bulunmuyor. Elbette ki pürüzlerin bulunduğu dergilerimiz var. Yine de bütün mesele; yeni çıkan bir derginin derdini, önce kendine anlatması gerekiyor. Çünkü baktığımız zaman çoğu dergi, daha ne için çıktığını ifade edemiyor.
Takibini yapmaya çalıştığım ve yeni isimlere, niteliğin çoğunlukta olduğunu gördüğüm ve sürdürülmesinin her zaman edebiyatımız için fayda sağladığını düşündüğüm dergiler: Ecinniler, Vurgu, Şehir, Eliz Edebiyat, Yokuş Yol’a, Hece, Mazruf, Lirik, Sincan İstasyonu, Şiiri Özlüyorum, Başka dünyalar, Kök Şiir, Virüs, Şahsiyet, Varlık, Dergâh, Sözcükler, İzdiham
Muhtelif Delikanlı, yorucu ve uzun bir süreç oldu benim için. Kafamda tasarladığım anlatı biçimini yakalamak için çok uğraştım. Karakterlerin bir fotokopi olduğu söylenebilir. Kimi siliktir, kimi siyah beyaz, kimi renkli ve şimdi. Kurgudan olabildiğince uzak kalmaya çalıştım ki zaten olay, kurguya müsaade etmiyordu. Muhtelif’i hem çok sevip hem çok nefret etme duygusunu esas aldım. Şey gibi: “ Bu kadarını yapmaz dediklerimiz, tam olarak o kadarını yaptı.” Muhtelif, tam olarak o kadarını yaptı. Muhtelif’ in ve diğer karakterlerin yaşadığı şeylerin çoğunluğu, tamamen bir hayat ürünüdür diyebilirim.
Bilincin devrede olması, elbette ki doğrudur benim açımdan. Tabi bunda bulunduğum ortamın etkisi de var. Annemden fırça yememek için kendi odamda sigara içemeyip, gidip mutfakta içip geri geliyorum. Ağız tadıyla bilincimizi de kaybedemiyoruz evimizde canım ? Neymiş efendim, perdeler kirleniyormuş!
Facebook, İnstagram, Twitter ve Youtube denen mahpusa ben de düştüğüm için, ulaşılması zor biri değilim. Lakin toplu taşıma araçlarında görüldüğüm, pek nadirdir. Kalabalık ve aşırı yoğun parfüm kokuları, beni rahatsız ettiği için sürekli bir yürüyüş halindeyim.
Bir derdinin olması. Derdi olan her şey, başarıyı bulur.
Fanzin kültürü, çok meşakkatli bir olay. Yani edebiyat dergileri eğer bir kömürse, maden ocağı fanzindir diye düşünüyorum. Bu konuda, sağ olsun “Efe Elmastaş” ile irtibat halinde oluyoruz. Hatta geçenlerde bu konu hakkında kendisiyle epey konuştuk. Ekip halinde ve büyük bir özveri ile çalışan arkadaşlar, ciddi manada güzel şeyler ortaya çıkarıyorlar. Bir de sanılıyor ki bu insanlar, dergilerde yayınlanmadılar diye bu uğraşın içindeler. Alakası yok! Arkadaşların tercihi ve çizgisi, bu oluyor. Çoğu fanzin, o kadar nitelikli işler çıkarıyor ki dergileri beşe katlar nitelikte.
Sürekli olmasa da internet üzerinden de ulaşabildiğim fanzinler oluyor. Bunlar: Sıvadık, Kil- Tab-Let, Olgun Ruhlar, Parantez İçi, Lagari, Hasat, Yere Düşe Travma, Mevzular Derin
Ayrıca fanzinleri takip etmek isteyenler, “Fanzin Apartmanı” adlı siteden ulaşabilir.
Aslında üç kitap var. Birincisi, ilk okuduğum kitap olan Charles Dickens’ın ‘Oliver Twist’ adlı romanı. Kitap okuma alışkanlığını edinmemi sağladı. Tabi o zamanlar başka kitabım olmadığı için üç defa okumuştum.
Lisede hayatımı derinden etkileyen bir diğer kitap, Orhan Kemal’in ‘Arkadaş Islıkları’ olmuştu. Hiçbir zaman bir ismi olmayan o çocuğun hikâyesi…
Son olarak küçük İskender’in -saygıyla analım ustamı! – ‘Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm’ adlı kitabı.
Çoğunlukla öyle oluyor. Bir zaman tiyatro oynadım. Epey bir sürdü. Sonra koptuk, üzücü. Ardından üniversitede Radyo ve Televizyon Prog. okuduğum için belgesel sinemaya odaklandım. Çok güzel bir insandan, ‘Turgay Kural’ dan ders aldım. Bu benim için büyük bir şans oldu. Bu yıl belgesel sinema festivallerinde, yönetmenliğini yaptığım ‘MASTARA’ adlı belgeselimiz ile yarışacağız.
Ortaya koyduğum eserleri okuyacak olan arkadaşlara, şimdiden teşekkür ederim. Okumayanlara da teşekkür ederim. Teşekkür, güzel bir şeydir. Orta son sınıfta belgesini de vermişlerdi. -hoş babam, fazladır diye vermişler demişti ama olsun-
İnsanlığa ise; kadınlara, çocuklara ve güzel dostlarımıza (hayvanlara) iyi davranalım. Çiçekleri koparmayalım. Çok lazımsa plastik gül alalım, esnaf kazansın. -plastiği de doğaya atmayalım- Ormanda mangal yapmayalım. Denize işemeyelim. Bol bol şiir okuyalım…
Samimiyetin için çok teşekkürler, edebi hayatında başarılarının daim olmasını diliyorum…
Bu güzel söyleşi için ben teşekkür ederim.
YouTube URL:
https://www.youtube.com/watch?v=CH60ruU8rQI
Çağla Gürkan Diğer Yazılarını Okumak İçin: Çağla Gürkan Yazıları
Bu gönderi için yorumlar kapalı.